BAŞLANGIÇ
“Büyüklük ölçütünden muaf evrende ufacık bir bedene hapsolmuş ruhlar topluluğuyuz. Bedenimize başkaldırmakla başlıyor savaşımız. Bu savaştır ki; bize ruhu bahşedip insan eyleyen. İnsan olmaya çalışırken galibiyeti hayatın hoyrat ellerine bıraktım artık.
Yıldızlara ulaşmak istiyorum ben ruhdaşlarım. Yer çekiminin ağırlaştırdığı ruhumu özgürleştirmeye karar verdim artık. Yeryüzünün tüm sinsiliklerine rağmen onu yıkamaktan vazgeçmeyen bulutlara komşu olmak; göğe salınmak istiyorum. Güneşin ve ayın ışık yarıştırmadığı bir dünyada iki insanın mevzubahis sevgi olsa dahi debelenip durduğu yerde yaşamaktan yoruldum. Sizi suçlamıyorum, eleştiri de değil bunlar. Ben de mücadelenin tam ortasındaydım, yeryüzünün koşulları bunlar ve başka durumlara elverişli değil toprak.
Ben gökkuşağının renklerinde boğulmayı arzularken bana hep siyah denizlerde çırpınmam gerektiği öğretildi. Artık komut almak istemiyorum ben, ruhumla ayrılıyoruz siyah denizlerden. Fenerlerden alırım belki haberinizi, hataysa hata; lütufsa lütuf. Belirsizlik olmadığı besbelli ama ucunda.”
Son cümlesini bitirdikten sonra eli ayağına dolaşarak hızlıca kapattı günlüğünü Handan. Ölüm ve yaşam arasında verdiği bu savaşta ölüme bu denli yakınlaşmış olmak oldukça ürpertti Handan’ı. Bir an önce evi terk etmek istedi ve göz hizasındaki fotoğraf makinesini de alıp kendini dışarı attı. Az evvel intiharını ilan eden birisinin fotoğraf çekmek için sokağa çıkması… Ne büyük çelişki.
Ayakları onu sahile götürdü ve soluklanmak için bir banka oturdu. Tedbirli olmak ve bu sefer düşüncelerinin eylemleriyle olan temasını kesmek istiyordu. Çünkü insan ölüme yaklaşınca en büyük düşmanı bile masumlaşır ve yaşamak için sebebi olabilirdi. Bu düşüncelerle cebelleşirken bir gürültü duydu ve kafasını sese çevirdi. Olanlara anlam vermeye çalışırken gürültünün tam ortasında gözüne birisi takıldı. Henüz yirmili yaşlarının başında olan bir çocuk kitap okuyordu. Gencin gözleriyle kitabı yargılaması Handan’ın üzerinde bir merak uyandırdı. Ne okuduğunu görmek için kafasını eğdi ve tebessüm etti. Ecinniler… Kitabı, Dostoyevski’yi, genci ve hepsinden çok çatışmalarını düşünürken zihninden bazı satırlar akmaya başladı.
“Hayat acı vericidir, hayat korku doludur ve insanoğlu mutsuzdur. İnsanoğlu hayatı seviyor. Acıyı ve korkuyu sevdiği için hayatı seviyor. Yaşamak acı ve korkunun karşılığında verilmiştir bize. En büyük aldanmamız budur. İnsanoğlu benliğini henüz bulamamıştır. Onun için yaşamak ya da ölmek fark etmeyecektir.”
Son cümleyi yazdığında bedenini saran ürperti zihnindeki satırların sonuna geldiğinde de sardı tekrar içini. Bu sefer de bankı terk etti. Banktaki çocuğun ne yaptığına bakmak için son kez arkasını kontrol etti. Kalkmıştı, bank bomboştu. Düşüncelerinden kaçış yolu ararken çantasındaki fotoğraf makinesi geldi aklına. Çıplak gözün görmeye direndiği güzellikleri basit bir ekran fark ettirebiliyor bazen.
Saatler saatleri kovalarken Handan sadece yürüyordu. Arada görmeye değer bulduğu bir manzaraya rastlarsa durup tuşa basıyor ve nefesini tazeleyip görevini tamamlamış bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Alev alev yanan gün batımının gözlerini kamaştırmasıyla durdu ve bu sefer tuşa hissederek bastı. Havanın kararmak üzere olduğunun farkına varınca eve doğru yürümeye başladı. Apartman kapısını açmak için anahtarını çıkardı ve içeri girdi. Merdivenleri hızlıca aştı ve nihayet kapısına vardı. Ahmet oradaydı, zili çalmış ve cevap alamadığından merdivenlere oturmuş onu bekliyordu. Handan yüzüne baktı bir süre Ahmet’in ve bir şey söylemeden kapıyı açıp içeri girdi. Açık bırakılan kapıdan içeri girdi Ahmet de.
“Eşyalarımı almak için geldim.” dedi Ahmet.
“Alabilirsin.” diye cevap verdi Handan umursamaz bir ses tonuyla.
Böyle bir günde istediği son şey tanıdığı bir insanla karşılaşmaktı. Ahmet’in evde olması huzursuz hissettirdi. Seslerden ve evde birinin olduğu düşüncesinden soyutlanmak için çektiği fotoğraflara göz atmaya başladı. İlerlerken çektiği bir fotoğrafta duraksadı ve yakınlaştırıp incelemeye başladı. Gün batımında salınan martılara odaklanmış kameranın sol köşesinde görünen çocuğu baştan aşağı süzdü. Biraz daha yakınlaştırınca gördüğü buğulu gözlerde kayboldu. Çok yakın hissetti gözleri kendine. Daha önce hiçbir insanda görmediği kadar masum, hiç kimsenin bakamayacağı kadar derin bakıyordu. O gözleri görmekten daha önemli bir işi olmadığından paltosunu da alıp bir an bile düşünmeden evden çıktı. Kapı sesini duyan Ahmet salona geldi ve pencerede Handan’ın peşinden baktı. Nereye gideceğini bilen adımlarla ilerliyordu. Neler olduğuna anlam veremeyen Ahmet pencereye yaslanıp odayı seyre daldı. Anıları gözünün peşi sıra kayıyordu zihninden. Beraber çok güzel bir fotoğrafları vardı, hala masanın üzerinde durduğunu gördü ve yanına gitti. Çerçeveyi yerine bırakırken gözü deftere ilişti. Açtı defteri ve okumaya başladı. Okumayı bitirdikten sonra defteri savurup telefona sarıldı. Yanı başından gelen telefon sesini duyunca da kendini hemen dışarı attı. Sokak sokak aradı ama bulamadı. Çaresizlik içinde Handan’ı orada bulabileceğini umarak eve geri döndü. Zile bastı ancak kapıyı yine açan olmadı. Merdivenlerde biraz bekledi fakat binaya sığamadığından dışarıda beklemeye karar verdi. Elleri başında kaldırıma çökmüş beklerken omzuna bir el dokundu.
“Ahmet ne yapıyorsun burada?” dedi Handan anlam vermeye çalışırken.
“Çok korkuttun beni Handan neredesin sen?” dedi ve sarıldı sımsıkı Handan’a.
“Hiçbir şey anlamıyorum Ahmet neden korktun, hem ne yapacaksın nerede olduğumu?”
“Handan… Ben… Ben defterini okudum senin.” Handan çok sinirlendi. Sessizliğinin ne anlama geldiğini çok iyi bildiğinden mahcubiyetini belli eder bir yüz ifadesi takındı kendine Ahmet ve bir süre öylece kalakaldılar.
“İyi geceler Ahmet, eve çıkıyorum ben.” dedi ve arkasına bakmadan ilerledi Handan.
Kendini koltuğa bıraktı. Hiç görmediği bir çift göz insanın hayatında bu denli yer edebilir miydi? Ölüm ve yaşam arasındaki çizgi bu denli basit miydi? Saatlerce o çocuğu aradı Handan, şu an nasıl bakıyordu acaba o gözler? Sorularını ve arayışlarını zil sesi böldü. Kapıyı açtı.
“Bu gece burada kalabilir miyim Handan?” dedi Ahmet. Bir şey söylemeden kapıyı ardına kadar açıp odaya döndü.
“Ben odama gidiyorum Ahmet, yatarsın burada sen de.” dedi ve odasına çekildi Handan. Yorucu bir gün olduğundan uykuya dalması çok zor olmadı. Sabah uyandığında saat sabahın altısıydı. Dışarı çıkmak için üstüne hızlıca bir şeyler giydi ve tam kapıya gelmişken Ahmet’in nefesini hissedip varlığını fark etti. Masaya onu merak etmemesi için not bıraktı. Hiç sorgulamadan yine çocuğu ararken buldu kendini. Birkaç saat dolaştıktan sonra da eve dönmeye karar vermişti ki tanıdık bir kazak ilişti gözüne. Kaldırıma oturmuş olan çocuğa doğru ilerlerken kalbi bedenine hükmetmeye çalışıyordu. Çocuğun yanına oturdu Handan.
“Merhaba” dedi onu ürkütmemeye çalışarak. Gözlerini yerden kaldırarak Handan’a baktı çocuk.
“Merhaba” dedi çocuk tebessüm ederek. Handan çocuğun gözlerinde kaybolurken kendi gözlerinden akan yaşların farkına varamadı. İkisinin de aynı bakıyordu gözleri. Yalnızlıkları çok farklıydı, ama tüm yalnızlık çeken gözler aynı bakıyordu demek ki hayata.