EdebiyatFelsefe

Kayıp

Sinir bozucu bir ses duyuyorum. Yükseliyor, yükseliyor ve tahammül edilmesi zor bir hal alıyor. El yordamıyla sesin geldiği yere uzanıp alarmı kapatıyorum. Yeni bir sabah daha… Her sabah için altı yedi alarm kuruyorum yine de uyanmakta zorlanıyorum. Kendimi tren rayları gibi hissediyorum, sanki günler üzerimden geçip gidiyor. Neyse ki ne hissettiğimi düşünecek pek vaktim olmuyor. Özensizce giyinip evden hızlı adımlarla çıkıyorum. Saat sabahın yedisi, kim bu saatte iyi hissedebilir ki? Otobüs durağına doğru koştururken yalnızca sokak hayvanlarıyla göz teması kuruyorum. Birazdan gelecek olan otobüse kendimi sıkıştırmam gerekiyor. İçerisi balık istifi… Hiçbiri orada olmayan, orada olmak istemeyen insanlar. Olmak istenecek bir yer var mı sahi? 

İş yerime geldiğimde gülümseyerek insanlarla selamlaşıyorum. Birileriyle ayaküstü laflıyoruz; havanın soğuması ve ya ısınması, yetişmesi gereken işler, akşam yemeğinde ne yendiği, daha iyi beslenmek gerektiği gibi hiç değişmeyen sohbet başlıkları… Her gün aynı cümleleri kuruyoruz ve gülümsüyoruz. Birbirimizin gözlerine bakıp her şey yolunda, her şey devam ediyor diyoruz. Bu bir çeşit yetişkin oyunu. Hepimiz aynı korkunç hisleri paylaşıp hiçbirimiz öyle hissetmiyormuş gibi yapıyoruz. Ya da ben öylesine yalnız hissediyorum ki, kendi mutsuzluğuma ortak arıyorum. 

Kahve makinesinin başında geçirdiğim zamanlar, her şeyi biraz daha çekilir kılıyor. Kahve kokusunu seviyorum ve burada birilerine gülümsemek zorunda değilim. Ne tuhaf, kalabalığın içinde yalnız kalabilmek için uğraşırken, evde tek başımayken bir insanın sıcaklığını arıyorum. Oldum olası tuhaf biriydim zaten. Kahvemi alıp kendi ofisime geçiyorum ve tüm gün çalışacak gücü bir fincan kahvenin bana vermesini umuyorum. 

Masamın üzerinde yığılı halde dosyalar var. Heyecanlı birileri tarafından yazılmış birkaç kurgusal metin. Neden bunları bilgisayarımdan okumuyorum da hala kâğıtları kullanıyoruz anlamıyorum. Dokunulmaya, fark edilmeye ihtiyacı olan insanlar hepsi, tanımıyorum ama ne hissettiklerini anlıyor gibi hissediyorum. Belki de canım fazlaca sıkılıyor ve her şeye anlam vermeye çalışıyorum. Her şeyi anlamsız bulduğum için… Bak, işte yine yapıyorum.

Okuduğum hiçbir şey beni heyecanlandırmıyor. Aksine, sıkıntıdan derin derin nefesler alıp veriyorum. Zaman öylesine ağır akıyor ki, öteden gelen insan seslerinin yerini, ağır ağır hareket eden akrep ve yelkovanın sesi alıyor. Yeni bir öyküye geçiyorum. Sayfalar arasında hızlıca gezinirken göz kapaklarım ağırlaşıyor. Daha fazla kahveye ihtiyacım var. Bir kahve daha almayı düşünerek elimdeki dosyalardan birini daha bitirmeye çalışırken, kelimeler ve okuduğum her şey birbirine karışmaya başlıyor. 

Yalnız bir adam, yağmurlu bir gecede kendini amaçsızca sokaklara atıyor, bilmediği bir sokakta dolaşırken birden bir şarkı kulağına çarpıyor. Müziğe doğru gittiğinde, tıklım tıkış dolu bir barda buluyor kendini. Herkesin sarhoş olduğu ve ayakta zor durduğu bu barda, kalabalığı yarıp şarkı söyleyen kadını görmeye çalışıyor ve işte yıllar önce âşık olduğu kadını görüyor. Acıyı hissetmektense, hiçbir şey hissetmemeyi tercih etmiş bu adam, kadını görünce yine aynı şey oluyor. Bütün vücudunu yine o heyecan sarıyor. Yine, hastalandığını düşünüyor. Bir an önce oradan çıkıp gitmek isterken kadın ona sesleniyor. ‘’Pardon! Pardon!’’ Adam arkasına dönüp bakmak istemiyor. Sanki arkasını dönerse, sanki kadınla yüz yüze gelirse kadın onun yüzünden her şeyi okuyacak. Başka insanlardan saklamak için çabaladığı her şeyi bir bir görecek… Önceleri, birini sevmek, tatlı bir düşe dalmak gibi gelirdi. Zaman sonra, bitmek bilmez kâbuslar gördüren ateşli bir hastalık halini alıyordu.

Ufak bir ateşin üzerinde avuçlarını ısıtıp tatlı bir uykuya dalmışken, alevler birden her yeri sarıyor, korkunç bir yangın çıkıyordu. İlk yangında, çok sevdiğini birini kaybetmişti. Bir kez değil, birkaç kez yangının ortasında kalmış bu adam, artık buz gibiydi. Kaybetmeye alışmıştı sanki. Kendinden bir şeyler kaybedip durmuştu. Sevilebilir olduğuna olan inancıydı en son verdiği. Alışmıştı böyle yaşamaya. İnsan yaşayabilmek, devam edebilmek için ne var ne yoksa alışıyordu. Eksile eksile yaşayıp gidiyor ve nihayet verecek bir şeyi kalmadığında ölüyordu.

Bir şey hissetmeden yaşayıp gidiyordu işte. Sonra birden bu kadın çıkmıştı karşısına. Birdenbire! Adam önceleri onu arada bir düşünmeye başlamış, çok geçmeden ondan başka şey düşünemez olmuştu. Kendini durdurmaya çalışıyordu, zihnini susturmaya. Başka sesler duymaya… Ama olmuyordu işte, karşı koyamıyordu. Tüm benliğiyle onu istiyordu ve bundan müthiş bir utanç duyuyordu. Çünkü kadın ona kendisini eksik hissettirmişti. Kadından nefret etmek istiyordu sırf bu yüzden. Birisi öyle bir anda gelip içindeki kocaman boşluğu gösteremezdi bir başkasına. Madem gösteriyordu, neden doldurmuyordu orayı? 

Kadın onun gibi değildi ona karşı. Adamın kendi içinde verdiği mücadeleden, ondan kaçma çabasından haberi yoktu. Adam, kendini de kadını da kurtarmak istiyordu kendinden. Hastalanmıştı işte, ne iştahı kalmıştı, ne de uykusu… O boşluk sızlıyordu, öyle bir sızlıyordu ki, acısını unutmak için uyumak istiyor, uykuya dalamıyordu, dalacak olduğunda aynı uykudan kâbuslarla ayrılıyordu.

O akşam, nedendir bilinmez, içindeki boşluğu düşünüp dururken, o boşluğun neden olduğunu bilmediğini fark etti. Belki de iyileşmez bir yara almıştı. Yapacak bir şey yoktu… Kabullenmişti. Rastgele sandığı adımlar onu kadına götürdüğünde eski bir hastalık yeniden alevleniyordu. Hızlı adımlarla yürümesi, koşmaya dönmüştü şimdi. Kadın ısrarla sesleniyordu. ‘’Pardon!’’ 

‘’Üzerinde uyuduğunuz öykünün yazarı benim. O kadar kötü mü sahiden?’’ Bunu söylerken gülümseyerek bana bakıyor. Bir an toparlanıp kendime geliyorum. ‘’Affedersiniz, çok yorulmuşum.’’ diyorum ve herkese yaptığım gibi ona da gülümsüyorum. O da bana gülümsüyor ama onun gülümsemesinde başka bir şey var. Sanki o gerçekten gülümsüyor. Kahveye ihtiyacım var, ben bunu düşünürken kadın elindeki karton poşetten iki tane kahve çıkarıyor. ‘’Biliyorum, çok yoğunsunuz, ama eğer vaktiniz varsa, bir kahve içecek kadar, yolladığım öykülerle ilgili konuşmak istiyorum.’’ Diyor. Tavrında öyle bir şey var ki, hani bazı insanlar vardır, sihirli bir yanları olur, başka kimseye benzemez, hareketleri doğaldır ama bir o kadar da büyüleyici… Benim zorlanarak yaşadığım hayatı, o tam olarak nasıl yaşaması gerektiğini biliyor gibi… Kadının teklifini istemsizce kabul ediyorum. 

Masamın karşısındaki sandalyeye oturuyor. Benim için aldığı kahveyi uzatıyor, nasıl sevdiğimi biliyor gibi sütlü getirmiş. Düşünmeme fırsat vermeden konuşmaya başlıyor. Dosya yığınını bir tarafa, onunkini bir tarafa ayırıyorum ve onu dinlemeye koyuluyorum. 

‘’Sen diyebilir miyim? Siz bana her zaman ürkütücü bir soğukluk veriyor. Aslında, öykülerimle ilgili ne düşünüldüğünü tahmin edebiliyorum. Onlarla ilgili övgü duyma niyetinde olmadım hiç, eleştirecek olsanız savunmaya da geçmem. Yalnızca, yapmak istediğim şeyin anlaşılıp anlaşılmadığını merak ediyorum. Gönderdiğim dosyadaki öykülerin her birine bir ipucu bıraktım. Birileri belki yakalar ve peşine düşmek ister, belki oynamak ister diye. Sonuçta kim oyun oynamayı sevmez ki? Hayatlarımız bu denli sıkıcıyken hele… Yine de şaşırtıcı bir biçimde, kendime oyun arkadaşı bulmakta zorlandığım oluyor.’’ 

Yalnız geçirilmiş bir çocukluk, diye düşünüyorum. Yetişkin bir insanda böylesine oyun isteği yaratan bu olmalı. Bir an bunu sesli söylediğimi düşünüp endişe duyuyorum ama o konuşmaya devam ediyor. Benim anlatmaktan çok dinleyen biri olduğumun farkında. Öyle olmasa burada işim ne… Öykülerinden yalnızca birini henüz okuyabildiğimi söylüyorum. İlk öyküsü, yalnız bir adamın eski aşkıyla karşılaşması… Gülüyor ve bunu böyle özetlemeyi komik bulduğunu söylüyor. ‘’İçindeki boşluğun sesini bastıramıyor ve kendini zorluyor, o karanlık mağaraya girmemek için. Orada ne bulacağından şüpheli, dahası oradan çıkamamaktan korkuyor. Unuttuklarını hatırlamaktan, kaçtıklarıyla yüz yüze gelmekten belki. Kendi karanlığıyla yaşıyor ama yokmuş gibi davranıyor.’’ Hikâyenin devamında bir doktora gidiyor, doktor ona ruhunun öldüğünü söylüyor. Sence, bu hikâyedeki biri ölü olsaydı, bu adam mı olurdu yoksa kadın mı?’’. Kadını tanımadığımı, bunun adamın hikayesi olduğunu söylüyorum. ‘’İçinde boşluk olan adam değil miydi?’’ Diye soruyorum. ‘’Öyle sanıyor ama orada bir boşluk yok aslında, orada çok şey var. Boşluğu olan kadın bu hikâyede. Çünkü o gerçekten adama karşı bir şey hissetmiyor.’’ 

Bunu söylerken, yazdığı hikâyeye bir anlam üretmiyor. Kötü yazılmış bir metni iyi göstermeye çalışmıyor. İpucunu burnuma sokuyor sadece. Ona hikâyeleriyle ne anlatmak istediğini soruyorum. Ofistekiler toparlanıp çıkmaya başlayınca saatin kaç olduğunu fark ediyorum. Saate bakınca, öğle arasını uyuyarak geçirdiğim için yemeği atladığımı hatırlayıp birden açlığımı hissediyorum. Kadına, hikâyelerini okuduktan sonra konuşabileceğimizi söylüyorum, belki o anlatmadan ipuçlarını bulabilirim. Yemek yemek için nereye gittiğimi soruyor ve beni bir yere götürmeyi öneriyor. Neden bilmem, ona hayır diyemiyorum. İş arkadaşlarım bile buna şaşırmış olacak, tuhaf tuhaf bakıyorlar. Belki de bana öyle geliyor.

Şehrin uzun zamandır gitmediğim hayat dolu sokaklarına gidiyoruz. Daha önce gitmediğim bir mekâna götürüyor beni. Çok canlı bir yer burası, benim gibiler için fazlaca canlı. Ne düşündüğümü anlamış olacak, en dipteki masaya götürüyor beni. Yemek siparişini ikimizin yerine veriyor. Bu tavrını rahatsız edici bulmuyorum. Aksine böyle insanları severim, sanki her şeyden yorulan halinizi anlayıp sizin yerinize ufak tefek şeyleri hallederler. Yemekler geldiğinde, kendimi öylesine kaptırıyorum ki yemeğe. Etrafımda başka insanların olduğunu unutup, evde tek başıma yemek yiyor rahatlığıyla davranıyorum. Yalnızlık sanırım böyle bir şey, müthiş bir alışkanlık yaratıyor insanda, üzerine siniyor, içine işliyor zamanla. Yalnız insanları her hareketinden anlamak mümkün gibi geliyor, saklanabilecek bir şey değil bu. 

Kendi kendime konuşmalarımı karşımdaki kadın bölüyor. ‘’Sence, insan kararlarını verirken bilinçli midir?’’ diye soruyor. Ne kastettiğini anlamamış gibi bakıyorum. ‘’Verdiğin kararlardan haberin var mı yoksa istemsizce devam mı ediyorsun?’’ Nedense bu konu beni huzursuz ediyor ama ona bu huzursuzluğumu belli etmemem gerektiğini düşünüyorum. ‘’Eğer öykülerle ilgili verdiğim kararları soruyorsan…’’ diyorum ama hızlıca sözümü kesiyor. ‘’Sence, şu hikâyedeki yalnız adam, kadından kaçmalı mı?’’. Düşünüyorum. Eğer, kaçarsa onu bir kez daha görene kadar kendini avutur. ‘’Ya başka bir kadını görürse? Kadının bu hikâyede önemi var mı sence?’’ 

‘’Kadının içindeki boşluk adamı dehşete düşürüyor öyleyse. Çünkü ne demiştin, adamın içinde bir şeyler var, kaçtığı…’’ Biraz durup gülümsüyor. Ardından ‘’ Kadına bakmak istemiyor, içine bakmak istemediği gibi, aynalardan kaçan bir adamın hikâyesi bu. Kendinden kaçıyor.’’ Diyor ve gözlerime umutla bakıyor. Kendimi bir şey söylemem gerekiyormuş gibi hissediyorum. ‘’Öyleyse, durup aynaya bakmalı mı?’’ Birden bana doğru iyice yaklaşıp ‘’Sence bu adam yaşıyor mu?’’ diye soruyor. Ne sormak istediğini anlamıyorum. Kadın birden asıl sormak istediği soruyu soruyor. ‘’Ölülerle aramızdaki fark ne?’’ Bu ses kafamda yankılanabileceği kadar çok kez yankılanıyor. Birden tüm ışıklar kayboluyor, elimin altındaki masa, her şey, karanlığa karışıyor.

Ölülerle aramızdaki fark ne? Yaşadığımı nereden biliyorum? Yaşıyor gibi hissetmiyorum. İyi ama bu kadın bunu nereden biliyor? Ölülerle aramızdaki fark ne? Onlar şimdi huzur içinde, biz geride kalanlar, bütün bu huzursuzluğun içinde boğuluyor ama ölemiyoruz… Keşke… Keşke… 

Karanlığın yerini gözlerimi acıtan bir aydınlık alıyor. Işığa bakamıyor, gözlerimi kısıyorum. Kadının yanımda olduğunu hissediyorum. Dönüp ona bakıyorum ama o öylece karşıya bakıyor. Gözlerimi tamamen açtığımda sahilde olduğumuzu fark ediyorum. Buraya nasıl, ne zaman geldik bilmiyorum ama içimde bir his var. Burayı biliyorum. Buraya daha önce geldim. Uzun zaman önce. 

Etrafıma bakınıyorum ve sahilde bizden başka kimseyi göremiyorum. Bu mevsimde sahillerin ıssız olmasında şaşılacak şey yok. Hava soğuk ve sisli, gökyüzü ve deniz aynı grilikte ve can acıtan bir esinti var. Sahildeki kumlar, rüzgârın şiddetiyle suratıma çarpıyor. Rahatsız hissediyorum, dönüp kadına baktığımda onu tanıyamıyorum. Sanki  yüzü değişmiş, sanki tanıdığım birine benziyor. 

‘’Keşke ben ölseydim, diyor musun? Bunu isterdin değil mi? Sonuçta benim için artık başka bir sabah yok, bana vaat edilen o uzun serüveni elimden aldın. Ama buna rağmen, hayatta kalan olmana rağmen, yaşamıyorsun.’’ Birden yüzünü bana çeviriyor ve bana öyle bir bakıyor ki, buz mavisi gözleri içime işliyor. Ürkütücü, soğuk, keskin ve kızgın bakışları… Denize doğru yürümeye başlıyor.

O günü hatırlıyorum, tıpkı şimdi olduğu gibi hava soğuktu. Sabah saatleri olmalıydı. Evden sessizce, çıplak ayaklarla çıkmıştık. Kalabalığı sevmiyordum, kimse yokken yüzmek güzeldi. Su buz gibiydi, öyle çok üşüyordu ki, titremekten yüzemeyecek hale geldi. Bir an önce çıkmak istedi sudan… Bense mutluydum. Mutlu hissedeceğim son gün olduğunu bilmeden, öylesine mutluydum ki. Çıkmak istemedim sudan. Tek başına yüzemiyordu, benimle kaldı biraz daha. Az sonra sahile doğru yüzerken büyük bir dalga bizi içine aldı. Onun içinden sıyrılınca bir diğeri, hemen ardından bir tane daha. Korkmuştum, boğulacağım sandım. Sesini duyuyordum geriden. Yardım istiyordu, ona doğru yüzmek istedim ama dalgalar beni kıyıya savurdu. Güçsüzdü kollarım. Orada öylece kaldım. Onu bir daha hiç görmedim. Bir daha hiç annemle de göz göze gelemedim, benden bakışlarını hep kaçırdı. Bu ikimizin kaybı değilmiş gibi… O gün iki kızına da veda etti annem. O öldü ama hala seviliyor. Bense korkunç bir değersizlik hissiyle yaşıyorum. Hangisi daha üzücü, bilmiyorum.

Ölülerin bizden ne farkı var? Onlar huzur içinde uyuyorlar. Korkunç bir huzursuzluğu avutmaya çalışarak yaşayan bizleriz. Kadın, son bir defa bana bakıyor. Bir karar vermemi bekliyor. Onun ardından gidip ben de denizin içinde kaybolabilirim, huzurlu bir uykuya bırakırım kendimi. Ya da hayatıma, küçük daireme, sabah alarmlarıma, kahve makinesine ve dosya yığınlarına dönebilirim. Kadın, gözden kayboluyor şimdi. 

Sinir bozucu bir ses duyuyorum. Yükseliyor, yükseliyor ve tahammül edilmesi zor bir hal alıyor. El yordamıyla sesin geldiği yere uzanıp alarmı kapatıyorum. Yeni bir sabah daha… 

Yazı hakkında yorum, eleştiri ve önerileriniz için Yazar- Emel Hacer Yayla’ya buraya tıklayarak mail gönderebilirsiniz.

Bir yanıt yazın

Kent Dergi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin