Dünya Kadınlar Günü ve Feminizme İthafen
Feminizm Nedir?
Feminizm algısı ilk olarak 18. yy’da İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Feminizm tanımı Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ve diğer batı Avrupa ülkelerinde 1970’lerdeki yeni kadın hareketleri ile popülerlik kazanıp 1972’de yayımlanan Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi adlı eseriyle akademik alana girmiştir. Öte yandan feminizm kavramı olgusal olarak birçok kavramı içinde barındırır. Feminizmi tek bir çıkış noktasına bağlamak da mümkün değildir. Feminizm kadınlara kadın-insan olma yolunda cesaret veren, ‘‘insanlar eşit doğar’’ düşüncesiyle güç vermiştir. Kadınlara yönelik toplumsal ayrımcalıkla mücadele konuları incelendiğinde ise farklı bölge ve ülkelerde birbirinden farklı sayısız feminist hareket, eylem ve anlayışların olduğunu görürüz. Sadece yakın zamana bakacak olursak; radikal feminizm, liberal feminizm, ekofeminizm, sol feminizm, postmodern feminizm, siyah feminizm, yeni feminizm ve daha birçok farklı feminist akımı görebilir ve ortak bir feminizm paydasından söz etmenin ne denli mümkün olmadığını kavrayabiliriz. Farklı kadın değerlerinden doğan farklı feminizm anlayışları olmasına rağmen, kadın hareketi için bazı ortak unsurlardan söz etmek mümkündür: Caroline Ramazanoğlu’nun da belirttiği gibi; Feminizmin tüm türleri kadınları, erkeklere bağımlı kılan bütün ilişki türlerinin değiştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Feminizm, çeşitli toplumlarda kadınlar için oluşturulmuş olan ve “doğal”, “normal” olarak kabul edilen birçok durumu sorgulamaktadır. Feminizm, yalnızca düşüncelerden ibaret değildir.
Kadınların çeşitli olanaklara sahip olabilmesi için dünyanın değiştirilmesini, erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkilerin dönüştürülmesini amaçlamaktadır. Bu nedenle de feminizm aynı zamanda politik (ideolojik) ve eylemsel pratiği olan düşünceler dizisidir.
Feminizm iktidar ilişkilerinden, kültür, aile, toplumsal yapıya kadar pek çok alanda var olan iş bölümü ya da ayrımlaşmalara karşı kadınları erkeklerle eşit konuma getirme amacını güden bir açıklama, hareket ve ideolojidir.
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’ndeki (TDK, 2011: 859) feminizm tanımlamasına baktığımızda; ‘’Toplumda kadının haklarını çoğaltma, erkeğinkiler düzeyine çıkarma, eşitlik sağlama amacını güden düşünce akımı, kadın hareketi’’ şeklinde yapılmış bir açıklama çıkmaktadır karşımıza. Bu tanıma benzer bir tanımlama da Büyük Türkçe Sözlüğü’nde; ‘’Cinsiyet farklarına dayanan rol ve iş bölümünü reddederek kadın haklarını ve kadın-erkek eşitliğini savunma iddiasında olan akım’’ olarak açıklanmıştır. Feminizm erkekliği üstün kılan, egemen hale getiren ilişkileri sorgulamaktan başlayıp; bunu değiştirmeyi talep eder ve değiştirilebileceğini düşündüğü çözüm önerilerini sunar. Feminizm eve hapsedilmiş, eğitim hakkı engellenmiş, birçok meslekten dışlanarak uzmanlaşmalarının önüne geçilmiş, ekonomik alanda mecburi olarak evliliğe mecbur bırakılmış, tüm hakları sömürüye dayalı, ev içi işle sınırlandırılarak sosyal hayattan koparılmış potansiyellerinin farkında olmayan kadınları, başka bir dünya olabileceği fikrine yaklaştırmıştır.
Feminizm; birinci dalga feminizm, ikinci dalga feminizm ve üçüncü dalga feminizm olmak üzere üç döneme ayrılmıştır. Bu üç dönemi kısaca şu şekilde görelim:
Birinci Dalga Feminizm;
19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlarında belirginleşen birinci dalga feminizm, Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi adlı eserindeki belirtmiş olduğu talepler doğrultusunda inşa edilmiştir. Bu talepler kadınlar için oy hakkı, eğitimde fırsat eşitliği ve mülkiyet hakkı isteminden oluşmaktadır. Kadını, toplumun her alanında bağımsız ve özgür kılmayı amaçlayan bu yeni dalga, kadının klişeleştirilmiş olarak üstlenmiş olduğu toplumsal cinsiyete dayalı rolleri terk etmesi gerektiğini önermektedir. Bu kuruluş hareketi, siyasal bir proje olarak tasarlanmıştır. Bu projenin gerçekleşmesi için kadınlar ‘’bilinç oluşturma, alternatif yaşayış yolları deneme, karşı kültür geliştirme’’ gibi çalışmalara yönelmişlerdir.
20.yüzyılın başlarında mücadele eden kadınlar, öncelikle siyahlar ve siyahların kölelik karşıtı mücadelelerine destek veriyorlardı. Kölelik karşıtı mücadelede beyaz kadınların desteğini gören siyah kadınlar, daha sonra beyaz kadınlarla mücadeleye beraber devam etmişlerdir. Bu dönemde kadınlar hem sosyal hem siyasi hem de ırkçılığa karşı mücadele etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde 21 ülkede kadınlara oy hakkı verilmiştir. Fransa’da ise eğitimde fırsat eşitliği, kadınların kamusal alanda çalışmaları, eşit işe eşit ücret gibi birçok alanda düzenlemeler yapılmıştır.
İkinci Dalga Feminizim;
Feministlerin altın çağı olan 1960’larda ve 1970’lerde feminizm, belli bir kadın grubu için değil tüm kadınları kapsayacak şekilde yürütülmüştür. Bu dönemin temel düşüncesinde, kadınların, onlarla ilgili tüm olanakların baskı altında olması ve yasaklanmış olması yatmaktadır. Örneğin güvenli doğum yapmak için gerekli yöntemlere ve ilaçlara ulaşımı kolaylaştırmak bu dönem feministlerin talepleri arasındadır. Kadınlar, kadınları cinselleştirilmiş varlıklar olarak tasvir eden reklamlara karşı kampanyalar düzenlerlerdi. Spor arabalara yerleştirilmiş bir kadının posterlerinin üzerine büyük ve kalın harflerle “Asıl işim beyin cerrahlığı’’ yazılırdı. Ayrıca, bedenlerinin erkek denetiminden çıkması, cinsellikle doğurganlığın birbirinden ayrılması ve kürtaj hakkı gibi talepler gündemlerinde olmuştur. Bu talepler doğrultusundaki mücadeleler sonucunda 1967’de İngiltere’de doğum kontrol uygulaması yasalaşmıştır. Tam olarak doğum kontrol sistemi henüz oluşturulamadığı için kürtaj hakkının tanınması ve kadının kendi bedeni hakkında söz hakkına sahip olması istenmiştir. İkinci dalga feminizm, tüm kadınları kapsayıcı bir mücadelede ilerlediği için bu durum kadınların, siyasal ve kültürel olarak birbirlerini tanımalarını sağlamıştır. Farklı yaşan tarzlarına ve farklı inanışlara sahip kadınlardan oluşan gruplar “bilinç yükseltme” durumunu oraya çıkarmıştır ve bunun beraberinde de “kız kardeşlik” söylemi doğmuştur. Bu dönem feministleri, ideoloji, bilim, kültür, özel yaşam ve siyasal alanlarda mücadelelerine devam etmişlerdir. Bu mücadelelerin en temel amacı ataerkil yapıların toplumun her alanından kaldırılmasıydı.
Üçüncü Dalga Feminizm;
Üçüncü dalga feminizm, 1990’ların başında ikinci dalga feminizmin başarısızlığına bir tepki olarak doğmuştur Bu tepki, feminizmin sadece üst ve orta sınıf beyaz kadınlara indirgenmesiyle alakalıydı. Üçüncü dalga feministlerine göre ise kadın hareketi daha geniş düzlemde olmalıdır ve kadın sorunlarının sadece beyaz kadınların sorunu olmadığını vurgulamışlardır. Saydığımız bu genel özellikleri nedeniyle üçüncü dalga feminizm, sık sık ikinci dalga feministler tarafından kadın ve baskı konularına ilgisiz kalması, aktivist olmaması, ve epey teorik olması bakımından fazlaca eleştiri aldı.
Bir Hareket Olarak Feminizm
Feminizm hareketinin yükselişi ‘’Gücümüzü kazanıyoruz’’ demenin canlı bir örneğiydi. Her ne kadar feminizm 20.yüzyılda gündeme gelmiş bir kavram olarak bilinse de Charles Fourier’in katkıları ile ilk defa feminisme kelimesi ile 1830’lu yıllarda kullanılmıştır. Kadınlar artık erkekler için birbirleriyle mücadele etmiyorlardı. Kadınlar artık bir ekip olarak kadınların özğürlüğü için savaşıp mücadele ediyorlardı. Feministlerin inandıkları şey aslında çok basit ve anlaşılırdı ve bu da; cinsiyetler arası, sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda eşitlikti.
Feminist hareket, eşit ücret ve iş piyasasında eşit fırsatlarla alakalıdır. Kadınlar bağımsızlık kazanmak istediler. Kadınlar bedenlerini kazanmak istediler. Kadınlar seslerini duyurma hakkı kazanmak istediler. Kadınlar yasalarının meclisten geçmelerini istediler. Kameraların arkasına kadınlar da geçsin istediler. Toplumun kadın cinsiyetini ikinci sınıf görmemelerini ve oluşan ayrımı ortadan kaldırmak istediler. Kadın olarak ayrımcılığa uğradığınızda kadın olduğunuz için, örneğin ülkedeki bir okula alınmadığınızda ya da okula gittiğiniz için vurulduğunuzda, işte o zaman kadın olmak kimliğinizin bir parçası haline gelir. Feminist harekette kimseyi rencide etmemek de iyi bir şeydir. Çünkü bireysel olmak aynı zamanda politiktir de ve yalnızca bu şekilde ileriye gidebiliriz.
Feminizmin doğuş nedenlerini göz önünde bulundurarak bir tanım yapacak olursak da feminizmin, kadınlar için erkeklerle eşit politik, ekonomik ve sosyal haklar tanımlamayı, oluşturmayı ve savunmayı amaçlayan, kadınların hayat şanslarında bir düzelme olması için politik ve pratik önlemler organize eden, kampanyalar ve eylemler düzenleyen ayrımcılık ve kötü koşulların ortadan kalkması için yanlarında birlikte mücadele edebilecekleri yoldaş kazanmaya çalışan toplumsal hareketler toplamı olduğunu söylememiz doğru ve yerinde olacaktır.
“Bireysel olan politiktir” çıkışı ile 1960’lı yıllarda özel alanın da eşitsizlik alanı olduğu dile getirilmişti. 1970’li yılların kadın hareketinde kadın merkezleri ve otonom kadın alanlarında, teorik çalışmalar yapmak amacı ile kadınlar; sosyalist ve feminist pozisyonları tartıştıkları okuma ve tartışma etkinlikleri, şenlikler, eylemler ve yürüyüşler düzenliyorlardı. İlk kez kadın danışmanlıkları kuruluyor, kadın dergileri, broşürleri ve bilgi içeren el ilanları hazırlanıyordu. Otonom kadın projeleri, örneğin ‘Kadınlar Yaşamayı Öğreniyor’ yayınevleri, kıraathaneler ve eğitim merkezleri, tedavi ve sağlık dükkanları, kitapçılar, işletmeler, kadın tatil evleri, kadın tiyatroları, kadın film grupları ve kadın müzik grupları, kadın kahveleri ve barları, kadın koroları ne mutlu ki hızla arttı.
FİLOZOFLARIN GÖZÜNDEN VE BİR KADIN OLARAK;
Kadınlar çağlar boyunca ikinci sınıf bir vatandaş olarak görülmüş; hiçbir hakları olmayan, toplumda erkeklerce çizilen senaryoda oynamak zorunda bırakılan adeta bağımlı birer varlık olarak algılanmışlar ve erkek egemen bir dünyada “öteki cins” olmaya mahkûm edilmişlerdir. Ya erkekle birlikte anılmışlar ya da erkek olmadan yok sayılmışlardır. Öyle ki kadınlar ünlü psikanalist Freud ve takipçileri tarafından “bir döl yatağı, bir yumurtalık” olarak tanımlanırken, tarihsel materyalizmin “çalışan ve üreten bir varlık” olarak tanımladığı insan kavramının içine dahi girememişlerdir. Mitolojik bakış açılarından da onlar ya “sinirlendiklerinde ve kıskandıklarında gözlerini kırpmadan, düşünmeden her türlü kötülükleri yapabilen birer tanrıçadır ya da “çocukları korumak, verimliliği arttırmak, neslin üremesi” gibi sebeplerle kendisini eve hapsedecek özellikler ile donatılan varlıklardır. Bu yüzden kadın sorunu tarihin her döneminde gizli ya da açıkça konuşulan gelen bir sorundur. Kaldı ki içinde bulunduğumuz dönem bu konuyu daha güncel bir hale getirmiştir. Bu bağlamda 20. yy kadın düşünürlerinden Beauvoir’ın varoluşçu felsefesi, özellikle Sartre’ın varoluşçuluğundan ve özelde bilinç anlayışından hareketle kadın sorununa büyük bir katkı sağlamıştır. Varoluşçu yaklaşımı kadın konusuna taşıyan feminist yazar, kadınlığın ‘sosyal bir yapı’ olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Nitekim ona göre kadın; “kendine göre değil, erkeğe göre belirlenip ayrılmaktadır; özsel (temel) varlığın karşısındaki özsel olmayan varlıktır.
Erkek Özne’dir, Mutlak Varlık’tır: kadınsa Öteki Cins’tir”. Kadın ancak bir çocuk sahibi olduğunda somut bir özerklik kazanmakta ve varlığını doğrulama imkânına ulaşmaktadır. Kierkegaard’ın ifadesiyle de “ne büyük talihsizliktir kadın olmak! Ama asıl kötüsü, kadın olup da bunun farkına varmamaktır”. Aslında Beauvoir’ın kadın konusuna eğilirken güttüğü amaç erkek cinsini suçlu ilan edip yermek olmadığı gibi kadını da tek başına göklere çıkarmak da olmamıştır. Beauvoir’ın amacı kadının yapabileceklerini fark edip erkeğin de kadının kişisel alanına müdahalesinin azalması yönündedir.
Kadınlar bir nesne olmak için adeta yarışmakta, özgür bir bilinç olmak ve kendilerini karşı tarafa kabul ettirmek adına eyleme geçmemekte direnmektedirler. Bu durum tüm kadınları içine alacak şekilde elbette genelleştirilmemelidir ancak mücadeleye taraf olan özgür bilinçli kadınlar da ne yazık ki savaşlarını sonuna kadar götürememektedir. Buna sebep ne sadece erkek cinsi ne de sadece kadın cinsidir. Temel sorun “insan” kavramının sınırlarının yanlış çizilmesi ve bu sınırlar belirlenirken kadınların yok sayılması ve belki de bile isteye dışarıda bırakılmasıdır. Kadın ancak içinde bulunduğumuz şu dönemlerde üretime daha çok katılmakta, sosyal ve ekonomik alanda daha çok söz sahibi olmaktadır. Özellikle varoluşçuluğun insana bakışı ve hızlanan feminizm hareketleri, kadın sorununu yeniden gündeme getirmiştir. Güncelliğini günümüzde de koruyan kadın sorunu, feminist ve varoluşçu düşünür Beauvoir’ın bakış açısıyla değerlendirildiğinde daha da iyi anlaşılacak ve kadın cinsinin durumunun verili bir şey olduğu görülecektir. Kadın da bir “ben” olarak düşünüldüğü zaman ve daha önemlisi kendisinin bir “ben” olduğuna inandığı zaman erkek cinsi ile bir mücadeleye girişebilecek, kendi “ben”ini tanıtabilecektir. Ne var ki kadının içinde bulunduğu durumdan kurtulması erkek cinsini yok sayarak değil, iki dost bilincin birlikte hareketi ile mümkün olabilecek bir durumdur. Bu sebepledir ki Beauvoir “kadın doğulmaz, kadın olunur” şeklindeki argümanı ile günümüzde de etkisini yitirmemiş bir felsefeci olarak, kadının içinde bulunduğu durumu son derece net bir şekilde analiz etmiş ve söylemlerini cesurca açıklamış biridir. Beauvoir’ın da sıklıkla dile getirdiği gibi kadın ezeli bir öteki olmaya mahkûm edilse de bu mahkûmiyetten kurtulmak nihayetinde onun elindedir.
Kadınlar farkındalık ile kendi kabuğunu kırıp, kendini keşfetmeye başlayacaktır ve akabinde de dış dünyayı keşfetmeye başlayacaktır. Fakat ne yazık ki farkındalık da yeterli bir çözüm olmamaktadır. Birçok kadın durumunun farkında olduğu halde hor görülmeye, ezilmeye ses çıkarmamakta, mevcut düzeni ve kötü gidişatını değiştirme çabasına girmemektedir. Bu demektir ki farkındalık ile beraber istek de önemlidir. Kadın, var olmanın kendisi için bir zorunluluk olduğunu fark etmekle birlikte bu süreci yaşamayı bizzat arzulamalı ve bu doğrultuda harekete geçmelidir. Zira hayatında yer alan hiç kimse, gerek eşi gerek çocuğu, onun var olmasına minicik bir katkıdan başka bir şey sağlamayacaklardır. Sonucunda önemli olan şey ise bizzat kendi aldığı kararlar, yaptığı seçimler ve hayata geçirdiği planlardır. Kadınların var olmanın dayanılmaz zorluğunu iliklerine kadar hissederken yapmaları gereken en önemli şey kendisini bir “özne” olarak var etmeyi seçmesidir. Yalnızca bu şekilde yaratıcı planları ile hem kendisini hem çevresini şekillendirecektir. Kadınların tek başlarına yakınmalarının bir sonucunun olmadığını ancak birleştiklerinde ve ortak hedef için birlikte hareket ettiklerinde çözüme ulaşabileceklerini de fark etmeleri gerekli olan bir başka şeydir. Aksi halde feminist söylemlerin kaderinden de görüleceği üzere yüzeysel eylemlerden öte bir kazanç elde edilemeyecektir.
Atatürk’ün “şuna inanmak lazımdır ki dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir” sözü ile ifade ettiği üzere kadın cinsine dair bir değer olarak kabul görmelidir.
Kadın cinsine yönelik negatif ayrımcılığı körükleyen toplumsal kavram ve ön yargıların da her iki cins tarafından terk edilmesi gerekmektedir. Toplumlarda “insana dair değer yitimi” “kadın” söz konusu olduğunda daha yoğun yaşanmakta, sosyal medyada da sık sık görüldüğü üzere kadın her an şiddet ve istismara maruz kalmakta ve sorumlu olarak da yine kadının kendisi gösterilmektedir.
Nihayetinde esas önemli olan “insan” kavramının çatısı altında toplanabilmek, sadece insan olması sebebi ile karşı tarafa değer verebilmektir. Bireysel ve biyolojik farkların herhangi bir ayrımcılığa sebep olmayacağı aksine farklılığın zenginlik olduğu da aynı şekilde her insanın anlaması gereken bir husustur. Kişiler kendinin-bilincinde olmalı ve bu yönde seçimlerde bulunarak, uzun vadede tasarılar kurarak kendilerini gerçekleştirmelidirler. Kadın ya da erkek fark etmeden önemli olan özgürce eyleyebilmek ve gelişmektir. Varoluşçu bir anlatım ile “kadın seçimleri ile kendini ne yaparsa odur” demek doğru bir çıkarım olacaktır.
Son olarak günümüzde kadın haklarının ya da kadının özgürlüğünün geçmiş yüzyıllara oranla altın çağını yaşadığı iddia edilebilir. Bu uğurda, iş dünyasından, spor alanından, medyadan, sanattan yüzlerce hatta binlerce başarılı kadın isimleri verilebilir ve yine bir o kadar başarı hikâyeleri anlatılabilir. Cinsel devrimin, doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşmasının kadının hem kendi hayatını hem de çevresindekilerin hayatını nasıl kökten değiştirdiğinden bahsedilebilir. Bu konuda sayfalarca kitap yazılabilir, zamanında bir mal gibi alınıp satılan kadının, artık günümüzde bir erkek gibi kat ettiği yoldan ve kazandığı başarılardan gururla söz edilebilir.
Tüm kadınlarımıza, minnetle.
Yazı hakkında yorum, eleştiri ve önerileriniz için Yazar- Şeyma Güngel’e buraya tıklayarak mail gönderebilirsiniz.