Söyleşi – Yazar Fatih Gezer
Suni Tebessüm adlı kitabınız okurlarda derin bir etki bıraktı. Bu eseri yazarken nasıl bir yaklaşım benimsediniz ve okurun vicdanına dokunmayı nasıl başardınız?
Romanın anlatıcısı olan Selim bende de derin bir etki bıraktı diyebilirim. Yazılmasının üzerinden yaklaşık üç sene geçmesine, daha sonrasında da romanımın çıkmasına ve hazırda bekleyen nice karakterler olmasına rağmen ara ara hatırıma gelen, her düşündüğümde de üzüldüğüm bir karakterdir. Tabii yalnız o değil. Romanın sağından solundan kafasını uzatan her karakter büyük acılarla soframıza misafir olur. Tüm bu dertlerle cebelleşen okuru Selim’in mizahi üslubu rahatlatır. Sadece okuru değil yazarı da. Başkalarının yaşadığını bildiğiniz hayatları, düşünmek bile ağır gelir bazen. Suni Tebessüm böyle bir roman. Selim de “Onların yaşadıklarını dinlemeye dayanabilecek miyim?” diye kendine sorarak benim derdimi kitaba yansıttı aslında. Vicdana dokunma kısmıysa yazarın elinden gelebilecek bir konu değil sanırım. Bu başarı; yazarın hünerinden ziyade okurun inançlarının, tabiatının, dönüşüme ve direnişe olan tavrının sonucu.
Müzisyen, yazar ve belgesel yönetmeni olarak çok yönlü bir sanatçısınız. Fatih Gezer olarak sizi tanımlayan bu üç farklı kimlik arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Üzülerek demeliyim ki aralarında pek bir denge kuramıyorum. Birine odaklanınca diğerleri arka planda kalıyor maalesef. Ama ne olursa olsun birbirilerini destekleyen disiplinler olduğunu düşünüyorum. Özellikle, benim açımdan bakacak olursak müzik ve roman için. Belgesel yönetmenliğini hayatımda bir kez ve grev yapan işçilere destek olmak amacıyla yaptım. Bu sıfatla anılmak hoşuma gitse de belgesele gönül vermiş ya da yönetmenliği meslek edinmiş arkadaşlara yer yer haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Birçok belgesel çekme fikrim hâlâ beynimin içinde dönüp dursa da şu an hayatımın merkezinden çok uzakta seyrediyor. Edebiyat için hayatımın merkezinde diyebilirim. Müzikse şımarık bir çocuk gibi ilgimi çekmeye çalışıyor. Bazen başarıyor, bazen de her ilk çocuk gibi daha çok ilgiye muhtaç kardeşine sırasını bırakıyor.
Ölüler Kıraathanesi, Vedat Türkali İlk Roman Ödülü’nü kazandıktan sonra neler hissettiniz? Bu ödül sizin için ne anlama geliyor?
İlk romanlar genellikle meslekten en uzak kaleme alınan metinler oluyor sanırım. Yazarlığın bir meslek olabileceğini aklınıza bile getiremediğiniz bir evre kağıt kalemin başına geçiyorsunuz. Dolayısıyla ne iseniz metine de o yansıyor. İlk roman ödülü almak, sanki olduğunuz hâlinizle değerli bulunduğunuzu size anlatıyor. Bu açıdan zaten yeterince gururluyken Vedat Türkali gibi usta bir ismin kitabınızın kapağında olacağını bilmek… İşte bunun gururunu, onurunu, hazzını anlatabilmek güç. Bunlar güzel tarafları, bir de sorumluluğu var ki…
Ölüler Kıraathanesi ile Suni Tebessüm arasında dört, beş dosya var. Bitip yayımlamaya gönlümün el vermediği, bitirmeye elimin gitmediği. Onaylanmak, onaylandığınız hâlinizle kalmaya sizi teşvik ediyor gibi hissediyorsunuz bir vakit. Bunu üzerinizden atmanız gerekiyor ki kendi yolculuğunuza odaklanabilesiniz.
Kitaplarınızda sıkça işlediğiniz ölüm ve yaşam kavramlarının arkasında özel bir neden var mı? Bu temaları seçme süreciniz hakkında bize biraz bilgi verir misiniz?
Karacaoğlan’ın deyişiyle; bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm. Aslında bu üç başlık altında metinlerim ele alınabilir. Üç romanımda da aynı izleği yakalamak mümkün. Ölüm o kadar heybetli bir bilinmez ki diğerleri akla sonra geliyor. Halbuki üç eserde ölüm konusunun geçtiği yerlere hacim olarak bakarsak yoksulluk ve ayrılıktan sonra gelir.
Ölüm konusunu da bir son olarak ele almıyorum genellikle. Yaşam konusuna atılmış bir kerteriz noktası diyebiliriz. Balıkçıların denizin sığ noktalarına bıraktığı bir işaret. Yeni yaşamın, onsuz geçireceğimiz zamanın başlangıç noktası, hayatımızın en sığ bölümü. Yazarken hayatın en sığ bölümünü değil, oradan yola çıkan karakterlerin enginle boğuşmalarını, dönüşmelerini ve yaşama karışmalarını anlatmayı seviyorum.
Arlin Çiçekçi ile hazırladığınız “Kelimesi Kelimesine” adlı podcastin konusu nedir? Dinlemek isteyen okurlarımız bu podcasti nereden takip edebilirler?
Her şeye yetişebiliyormuşuz gibi bir de başımıza bunu açtık ama çok mutluyuz. Arlin ile kelimeler üzerine konuştuğumuz, ikimizin de birer kelime hazırlayıp geldiği, o kelimelerin ışığında konuşmaya başlayıp bazen çağrıştıklarında takılı kaldığımız bir podcast. Kayıt altına almadan evvel de yeni bir bilgi edindiğimizde, bu bilgiden heyecanlandığımızda birbirimizi arayıp paylaşırdık. Kayıt altına alalım, belki başkalarını da heyecanlandırır dedik ve kaydetmeye başladık. Sanırım yalnız değilmişiz. İki yazarın kelimeler hakkında çocuk gibi heyecanlandığını dinlemek isteyenler spotify, apple podcast, youtube gibi platformlardan ulaşabilirler.
Yakın gelecekte yeni bir kitap yayımlamayı düşünüyor musunuz? Ayrıca üzerinde çalıştığınız farklı projeler var mı?
Sabah dokuz akşam beş yazıyorum desem abartılı olmaz. Yayıma hazırlanan, öykülerden oluşan ama romancı refleksiyle kaleme alınmış bir dosya var. Onun haricinde okurla buluşmasının çok gecikmeyeceğini umduğum bir roman çalışmam var.
Müzik diğer yandan devam ediyor. Belki romanla aynı zamanda beş, altı şarkılık bir albüm gelebilir.
Geçen yıl Eskişehir’de düzenlediğiniz imza günü hakkında bilgi verir misiniz? Eskişehir’de yaşayan okurlarınıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Eskişehir’den birileri çağırsa da gelsek diye bekliyoruz maaile. İki kızım var. Onlar da eşim de ve tabii ki ben de bayıldık Eskişehir’e. Daha öncesinde bir kez daha gelmiş, başka şehre söyleşiye gidip geri dönüş yolumuzda planda olmamasına rağmen Eskişehir’de konaklamayı tercih etmiştik. En son geldiğimde Adımlar Kitap Kafe’de bir söyleşi yaptık. Eskişehirliler zaten yaşadıkları şehir düşünüldüğünde çok şanslı ama böyle bir kitapçıya sahip olmaları ne güzel bir lüks. Her geldiğimde evimde hissetmemi sağlayan o güzel şehrin o güzel okurlarına sonsuz minnet duyuyorum. Eksik olmasınlar.