SANAT NEDEN ÖZGÜR OLMAYA MAHKÛMDUR ?
Bu soruya verilebilecek yanıt, sanatın genel olarak neliğini (mâhiyetini) ve bununla ilgisinde sanatın türlerini ilgilendiriyor. Heidegger, “sanatın kökeni” üzerine yaptığı bir konuşmada bu kökenin antik döneme kadar gittiğini söyleyerek, tanrıça Athena’nın araç-gereç, çanak-çömlek, takı üreten erkeklere verdiği bazı özel öğütlerden söz eder. Bu öğütler beceri, yaptığı işi bilerek yapma davranışı ile ilişkilidir. Böyle insanlar birer tekhnítesdir. Çünkü onların uğraşları tékhne denilen bir anlayış tarafından yönetilmektedir.1
Tékhne bir bilme biçimidir. Ancak yapmak ya da ortaya koymak anlamına gelmez. Bilmek, bir çalışmanın, bir yontunun biçimlenişinden önce onu görebilmek demektir. Bu çalışma bilim ve felsefe olabileceği gibi, bir şiir, bir söylev de olabilir. Sanat tékhnedir ama teknoloji (teknik) değildir. Sanatçı da tekhnítesdir ama ne teknisyendir (tekniker) ne de elişçisi, zanaatkârdır. Sanat tékhne olarak bir bilgi alanı içinde bulunduğundan ve böylesi bir bilgi henüz varolmayanı, görülmemiş olanı biçimi ve boyutlarıyla önceden görerek, görülür, algılanır duruma getirdiği için, bu önceden görme olgusu üstün bir görme tarzı ve aydınlık ister.
Sanata gebe bu önceden-görme esin gerektirir. Böyle bir esin, polúmetis olarak öğütü bol, aynı zamanda glaukôpis olan tanrıçadan başka kimden gelebilir ki? Glaukós sıfatı denizin, yıldızların, ayın parıldamasıdır; ama aynı zamanda zeytin ağacının parıldamasıdır da. Parıldayan, ışıldayan Athena’nın gözüdür. Bu nedenle, onun doğası baykuşla simgelenmiştir. Onun gözü yalnızca kor gibi yakıcı değil, aynı zamanda gece karanlığını delip geçen, görünmeyeni görünür kılandır 2
Heidegger’in, sanatın neliği ya da doğası bağlamında tanrıça Athena ile ilgi kurarak söylediklerinden hareket edildiğinde, sanat yapıtının yaratıcısı, sanatı/sanatını bize sanat yapıtında gösteren, var kılan, bu yüzden adına “sanatçı” denen kişinin ön plana çıktığı söylenebilir. Kuşkusuz ki “sanatçı” sanat yapan kişidir. Ama böyle söylemek yetmez. Sanatın çeşitli alanlarında ne yapar, nasıl yapar da yepyeni bir şey yaratır, bir şeyi “yeni” bir şey olarak nasıl kurar bu kişi ?.. Başka bir deyişle sanatçı, ortaya koyduğu yapıtla (bu yapıt bir roman, bir şiir, bir tablo, bir heykel, bir karikatür olabileceği gibi, bir müzik yapıtı, bir sinema filmi de olabilir) bize ne/neler söylemek ya da neyi/neleri göstermek ister ?.. Sanatçı bize “varlığından haber verdiği şeyi” gösterirken bunu nasıl yapıyor ?
***
Mantık derslerinde öğrencinin öncelikli olarak tümdengelimli (dedüktif) akıl yürütmelerde mantıksal geçerlilik ile mantıksal doğruluk ve bilgisel doğruluk kavramlarını birbirinden ayırdetmesi beklenir. Burada mantıksal geçerlilik derken tümdengelimli akıl yürütmelerde sonucun öncüllerden zorunlu olarak çıkması anlaşılır. Mantıksal doğrulukdan da, sonuç olarak çıkan (geçerli) önermenin biçimsel olarak zorunluluğu anlaşılır. Bir akıl yürütmenin geçerli olması sonucun bilgisel, yani içeriksel olarak doğru olduğu anlamına gelmez. Mantık, mantıksal olarak geçerli ve mantıksal olarak doğru akıl yürütme biçimleriyle uğraşır.3Akıl yürütmelerde sonuç, bilgisel olarak doğru olmayabileceği gibi olabilir de. Yani bir akıl yürütmede bilgisel doğruluk bir koşul olarak öne sürülemez. Ancak, akıl yürütmenin öncüllerinin sonucu zorunlu kılması, yani sonucun mantıksal olarak geçerli ve mantıksal olarak doğru olması, olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bu söylediklerimizin sanat bakımından anlamı nedir ? Ya da daha açık bir deyişle, “sanatçı”nın mantığı nasıl bir mantıktır ?
Kant, “Yargıgücünün Kritiği”nde insanın güzellik ve yücelik duygusunu yaşamasının düşünsel olarak yapısının ne/nasıl olduğuna bakar. Bir bakıma, estetik zevke dayanan yargıları inceler. Ancak bu tür yargıları hoş olan ve hoş olmayan, duyumlarla ilgili göreli yargılardan ayırmak, “güzel olan”la ilgili yargıları bunların arasına koymamakgerekir. Çünkü güzellik, güzel bulunan şeyin formuna ilişkin bir özelliktir. O halde insan düşüncesi, güzel bulunan şeyin formu çerçevesinde kendisini sonsuz, düşünümsel (refleksiyonlu) bir üretim alanı içinde bulur.4
O halde “sanatçı”, bir form içinde, deyim yerindeyse dolaşmak, gezinmek durumundadır. Ama burada sözü edilen form nedir ? Ya da form nede kendini gösterir ? Form bir düşünme ögesidir ve kendini gösterdiği şey kavramdır. Bir kavram içinde gezinip dolaşabilmek, varolan başka şeylerle ilgisinde, kişinin (“sanatçı”nın) o kavram ilişkin çok çeşitli bağlantılar kurması/kurabilmesi anlamına gelir. Bu bir bakıma var olanın doğasınayapılan, ve gidilen yere hiç varılamayacak bir yolculuğa5 benzetilebilir. Bunun için de gerekli “âlet, araç” (Organon) kuşkusuz ki mantıktır.
Cassirer “… sanat kuramsal etkinliğin bir ürünü olarak kabul edilirse o zaman bu özel etkinliğin dayandığı kuralları incelemek gerekli oluyordu. Ama bu durumda mantığın kendisi de artık türdeş bir bütün olarak kalmıyordu. Mantık ayrı ve bağımsız kısımlara bölünmek zorundaydı. İmgelemin mantığını ussal ve bilimsel düşüncenin mantığından ayırmak gerekliydi” diyor. O halde sanatı, her türüyle “imgelemin mantığı” ile ilgisinde “dil” ile birlikte düşünmek gerekmektedir.6 “Ussal ve bilimsel düşüncenin mantığı” ile düşünmeye alışmış olanlar genel olarak sanatı, özel olarak da bir sanat yapıtında ortaya çıkan “sanat”ı görüp anlayamayacaklar, o yapıtı ancak kendilerince değerlendirebileceklerdir.
Sanatı dil ile birlikte düşünmek gerektiğini söylerken, burada “dili” geniş bir anlam çerçevesinde kullandığımız belirtilmelidir. Dil, sanatın ana varlık nedenlerinden birisidir. Sanatın bütün türlerinde, o türlerin kendi olanakları içinde bir anlatım ya da gösterim aracı olarak bulunduğu gibi, aynı zamanda filozofların sanat görüşlerinde de son derece temel bir unsurdur.
Örneğin ilk akla gelebilecek sanat görüşlerinden birisi Aristoteles’in sanat görüşüdür. Aristoteles “Poietika”da her ne kadar “şiir” sanatı ve buna bağlı olarak “tragedya” üzerinde durursa da kanımca, bu görüşün diğer sanat türleriyle de ilişkisi kurulabilir. Bu görüşün ana kavramları mimesis (taklit), phobos (korkma), eleos (acıma) ve katharsis (arınma) olarak belirlenebilir.7
Sanatın diğer türlerini bir yana bıraksak ve sadece tragedya üzerine odaklansak bile “korkma” ve “acıma”nın hangi bağlamlarda ve kaç biçimde “taklit” edilebileceği, bu arada da “arınma”nın var olup olmadığı, varsa yoğunluğu kuşkusuz ki önceden söylenemez. Ancak diğer sanat türlerinin kendi olanakları içinde “taklit”in neyin taklidi olduğu sorusu ön plana çıkar ve insanın psişik durum ve duygulanımlarıyla ilgisinin kurulması güç, çoğu zaman da olanaksız duruma gelebilir.8
Bir sanat eserinin anlaşılıp bir anlam bağlamında değerlendirilebilmesi için o sanat eserinin form olarak bir kavramla ilgisinin kurulması gerektiğini söylemiştik. Bu formun (örneğin “korku”nun) içinin özgürce doldurulmasında o sanat türünün olanakları ve bu olanaklarla ilişkisinde o sanat türünün dili rol oynar. Örneğin Aristoteles’in görüşü çerçevesinde kalarak bakıldığında, Munch’un “Çığlık” kavramı altında sunulmuş olan tablosunun bir çığlık sesi dışında bir “arınma” (katharsis) sağlayabilmesi son derece sınırlıdır. Çünkü çığlık kavramının temel formu sesdir. Kendisine bağlı ana kavram da “korku”dur. Ses kendisini kavramda değil eylemde (çığlık atmada) vareder, gösterir. Ancak kendisini eylemde gösteren çığlıkla, onunla birlikte kaçınılmazcasına varolan şeyler vardır : Çığlığı atanın yüzü ve çığlığın atıldığı ortam. Şayet ses eylemde yok da kavram olarak varsa ve bu da resim dilinde ortaya konmak istiyorsa, sanatçının çığlığı atanın yüzünü ve çığlığın atıldığı ortamı resim sanatının olanakları (renkler ve kompozisyon…) çerçevesinde özgürce resmetmeye hakkı vardır. Ancak unutulmamalıdır ki, resim sanatında,“çığlık” kavramı bağlamında ancak “korku” resmedilebilir. İmgelemin mantığı, burada çığlığı resmeden sanatçının kendince renklerle ve çığlığı atanın, çığlık atmada yüzünde ön plana çıktığını düşündüğü durumla kurduğu özel ve öznel bir ilişki ve bu ilişkide işleyen bir mantıktır.
Özgürlük sanatçının mantığında yaratıcılık olarak ortaya çıkar. İşte mantıkta bilgisel doğruluk yerine hep ön planda bulunan mantıksal geçerlilik bunun için önemlidir. Şayet bilgisel doğruluk ve bilgisel geçerlilik, mantıksal geçerliliğin ve mantıksal doğruluğun yerini alırsa, ki bu durum kimi zaman, bazı durumlarda da çoğu zaman kendisini bir biçimde sanat eserin anlamama, ya da onu anlamlandıramama biçiminde ortaya çıkmakta ve mantık diktasına yol açmaktadır. Belirli bir biçimde düşünmenin dayatıldığı yerde “sanatçı” ve “sanat” kavramlarından söz edilemeyeceği için sanatın özgürlüğünden de söz edilemez. “Güzel”olan da olsa olsa göreli ve öznel olarak söz konusu mantık diktasının güzeli olur. Burada olsa olsa zanaatkârın seri üretimini görürüz.
***
Varoluşçu psikoterapinin önemli adlarından birisi olan Rollo May, “Yaratma Cesareti” adlı kitabında “yaratıcılığın doğası”ndan söz eder ve yaratıcılığı yeni bir şeye varlık kazandırma süreci olarak tanımlar.9 Onun“Yapmacıklı sanat” ve “has sanat” ayırımının, “sanatçı” ve “zanaatkar” ayırımıyla aynı çizgide bir ayırım olduğu söylenebilir.
Sanatçı açısından bakıldığında yaratma “duygulanımsal (emotional) sağlığın en yüksek derecede betimlenmesi, normal kişilerin kendilerini gerçekleştirme edimlerinin bir dışa vurumudur”. Bu, sanatçı için olduğu kadar, bilim adamı ve düşünür için de böyledir ona göre.
Sanatçı açısından “yaratıcı süreç” bir “karşılaşma”yla (encounter) başlar. Bu “karşılaşma” sanatçının varolan bir şeyle karşılaşmasıdır. Varolan(lar) bilindiği gibi dışımızda “gerçek” olarak varolanlar, yani doğa, kişiler, ilişkiler, çeşitli durumlar olabildiği gibi sanatçının sahip olduğu bir kavramla, bir düşünceyle de karşılaşma biçiminde olabilir. Karşılaşma bütünüyle özneldir. Sanatçıya, onun bakışına, baktığı şeye nasıl ve nelerle baktığına bağlı olarak varolur. Başka bir deyişle sanatçı, karşılaştığı şeyi kendi zihnindeki bir kavrama, bir düşünceye bağlayarak ancak algılayıp ortaya koyabilir.
Böylece karşılaşma, aslında genel olarak varolanların, sanatçının bakışıyla yeniden var edilmesine giden yolu açar. Böyle olduğu için karşılaşma, karşılaşılan şeye sürekli olarak aykırıdır. Çünkü sanatçı, karşılaştığı şeye onun formu (kavramı) çerçevesinde bakar. Bir şeyin formu sanatçıya yol gösterir. Sanatçı o formu bize tekte (sanat eserinde) gösterebilir. Ancak sanat eserinde sanatçının gösterdiği ile o gösterilenin formu arasında bir uygunluk olması gerekir. Bu uygunluk, sanatçının imgelemiyle, mantığıyla kurduğu bir uygunluktur. Böylece “Güzel” olan ortaya çıkar.
1 Martin Heidegger, “Sanatın Doğuşu ve Düşüncenin Yolu”, Hasan Ünal Nalbantoğlu (Ed.), Patikalar, martin heidegger ve modren çağ, İmge Kitabevi, Ankara 1997. Buradaki düşünce , Platon’un “adalet”i , idea ile ilgisinde “herkesin kendi işini iyi yapması” tanımıyla bağlantılantılandırılabilir.
2 A.g.y.
3 Bkz. K.Dinçer, Kısaca Felsefe, Pharmakon yay. Ankara 2010.
4 Heinz Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi, çev. T.Mengüşoğlu, Doğu Batı yay. Ankara 2007.
5 İsmail H.Demirdöven, Varolanın Doğasına Yolculuk Olarak Sanat Üzerine Bir Deneme,
6 Ernst Cassirer, İnsan Üzerine Bir Deneme, çev. N.Arat, Remzi Kite. İstanbul 1980. Cassirer, imgelem mantığının dille birlikte düşünülmesi bağlamında lâtince bir alıntı yapıyor : carmina vel coelo possunt deducere lunam (İlâhiler gökten ayı bile indirebilirler).
7 Bkz. Aristoteles, Poietika, şiir sanatı üzerine, çev. N.Kalaycı, Pharmakaon yay. Ankara 2012.
8 Örneğin resim sanatı söz konusu olduğunda Munch’un “çığlık” tablosu gibi.
9 Rollo May, Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal, Metis Yay., İst. 2008